bugün

entry'ler (60)

uludağ sözlük

ister troll yuvası olsun, ister tematik kasılsın, hatta forum-chat odaklı bir köhne kulübeye dönsün(çok duygusal oldu, sözlüğü bırakıyorum temalı bir yazı gibi)... önemli değil, şu andan geriye/ileriye back to the future yapamayacağımıza göre.

dedenin düşmanını zikiyim sözlük, ben seviyorum seni. aklım git diyor, kalbim kal diyor, mantığım benimle taşhak geçiyor. ne radyo, ne öykü ne de başka şey... bir fazla kişinin bir fazla şeye ulaşması yetiyor bazen.

döndüğümde; tenin sıcak, ruhun sarışın, mutfakta orspu, yatakta aşçı, kalorifer kenarında kedi olarak bulmak istiyorum seni. emi dudaklarını kemirdiğim!

düşündüm: ben olsam bunu gammazlardım, tanım yok diye, diye. sonra da dedim, yahu, tanım ekleme çabasına girmek için çok halsiz değil miyiz? ve çok geç kalmadık mı?

dedim de aklıma geldi, meraklısına: 1-2 saat içinde haftanın gammazları arasına girmek mümkün.
*belirsiz bir umut, yalnız sahibine kazandıran. * * *
ejekülasyonum tamamdır, sağlıcakla...

japonella

o bir anaç, bir güzel gözlü, sevgilisini de pek bir sevdiğim(dayak yeme ihtimalimi azaltsın diye yazıyorum), aynı burgerin belini kırdığımız, renkdaş olduğumuz, neslinin medar-ı iftiharı...

yalnız, çok öğrenci evi dolaştım. böyle batak oynayan bayan(lar) görmedim. turnuva derecelerini, kupaların falan görebiliriz üç vakte kadar. ha unutmadan, hala bir kahve* borcu var.

seyyar usulü menemen ile sevgi dolu bir yemeği paylaştığım, özel insanlardan oldu kendisi. ayrıca, reyiz e selam(kıps).

satanist kesen psikopat kedi

che abi* gibi, efsane bir karakteri tanımama sebep olan zât-ı muhterem. tavlada biraz öpmüş olabilirim, yenmek de yenilmek de var. o problem değil. kül tablası olayında ise sizi kınadım ve size laflar hazırladım!

galatasaray

(bkz: seni seviyorum)

narkoz hayalinde şehir insanları

“anestezi, aklın ve kalbin unutulduğu yerde; uyutulmayı hak etmek olur. yaşamak, yanılsamadır. sevildiğini sanmak, hayatın başında aldığın narkozu unutmaktır.”

*

“senii ben, -rım tım tım- elleriin ol-suun diyee mi seev-dim? rata-tatata tam- diyee mi seev-dim…” böyle başlayan ve sonunu alamadığı daha bir çok şarkıyla devam eden hüznü vardı elinde sadece. sabah; ne güzeldi, ne mutlu bir insandı halbuki. tahminlerinin ötesinde bir zam alacağını söylemişti arkadaşları. ve düşünüyordu “önümüz on dört şubat, çok güzel bir hediye alırım. harika bir gün olur”, üstelik bir sevgilisi de yoktu şimdi. işten çıkarıldığını öğrenince onu terk etmesi daha çok üzmüştü. bu kadar kötü ve umutsuz anlarda, daha çok hayallerine sarılan bir insandı. yine öyle yaptı.

“şimdi, şafaktan önceki karanlıksa bu, mutlaka karşıma birisi çıkacak. mutlaka çok iyi şeyler olacak, birden…” ve aniden kapı çalar. gelen, o mucize değildir. aidat veya kira istemek için çalınmıştır kapı ya da halı saha maçı için kaleci arayan, işleri düşmese hatır sormayacak sözde arkadaşları…

*

düşündü. sırf işsiz diye, insan terk edilir miydi? veya sırf zam istediği için işsiz edilir miydi? saate baktı. henüz, ismini belirtmeyen yazarın; gecenin bu vaktinde ne yaptığını merak etti. bu kadar şeyin üstüne bir de bunu çekemezdi. “ismim ne lan benim?” dedi.

sabahın, işe gidenleri ayırdığı saatinde uyandı. geceyi, nedensiz olmasa da bilmediği bir nedenden uykusuz geçirmişti. bu, erken kalkma alışkanlığına engel olamamıştı. aynaya yöneldi, kendine küfürler etmeyi planlıyordu. vazgeçti. yüzünü yıkadı. bir, iki, üç, dört… bir türlü karar veremiyordu. gerçekten böyle sudan sebeplerle… hayır, hayır…

*

gözünü araladı. kapı hala çalıyordu. “hayret, nasıl dalmışsam. jülide gelmiş. ne? jülide? allah allah…” merdivene yönelecekken içerideki sesi duydu jülide. “etrafın sarıldı, aç kapıyı canım!” dedi, gülüp kırıttı boş koridorunda apartmanın; sadece kendi sesi yankılandı.

“ne var? ne diye geldin böyle vakitsiz, bir sürü işim gücüm var. seninle mi uğraşacağım? diyemem bu sefer... en iyisi, yeni uyanmış gibi yapayım”. kapı açılınca, kırmızı saten elbisesiyle, sabahın köründe hiç dikkat çekmeyeceğini düşünmeden gelen bir kadına; nasıl “hayır” deneceğini düşündü.

“jülide, şu an olmaz. gerçekten olmaz. moralim çok bozuk. neden bu saatte evde olduğumu düşündün mü hiç?”. baktı… düşünmüştü evet.

“ah şaşkın çocuk, bilmesem gelir miyim? biraz morale ihtiyacın vardır diye geçti içimden.” anlaşılmaz dudak hareketleriyle tamamladı bu repliği. gözleriyle, bir yanıt bekleyerek süzdü. “e hadi! kıpırda biraz! böyle kapıda mı bekleteceksin beni sabaha kadar”.

“tabi geçebilirsin, geç yani…” zoraki gülümsemeler…

#

jülide yirmi altı yaşında.

#

“bugün yirmi ikinci yaş günüm, erken bir kutlama yapıyoruz. ve sen de geleceksin!” dedi jülide. kendini koltuğa bırakıp, gülümsemeye devam etti. bir kez daha…

“gülümseyen insanlardan nefret edebilirim her an…” diye düşündü. yerinden kalkıp kapıyı açtı.
“hadi çıkalım, uğramam gereken bir yer var”. merdivene çıkıp yürüdü önden. jülide yetişti hemen, uzun boyu ve uzun bacaklarıyla insanlara tepeden baktığı kadar severdi de aslında insanları. olmadık anlarda kurtarırdı insanların hayatlarını, onlar fark etmese de. hatta kendisine kızıp, küsüp, sövseler bile…

buna rağmen, ondan kaçmak istediğinizde kaçamazdınız. acayip çelişkiler, güzel ve hoş bir kadının irite edecek şekilde davranması; zamanın sıkıcı ve yorucu olduğu anlarından derlediği bir emniyet sübabıydı olsa olsa. nedenini bilmese de ona karşı olan düşünceleri bu şekilde süzgecinden geçtiğinde aklının, birden sevgiye ve hak vermeye yol açıyordu.

*

bir keresinde hatırlayamadığı insanlarla, kendilerini ait hissettikleri şehirleri; bileklerine kazımışlardı. jülide'nin dışındaki insanları anımsayamadı, kendini ne kadar zorlasa da. jülide, birden bu fikri ortaya atmıştı. alkolün bir etkisi miydi? can sıkıntısı mı? belki de jülide’nin dominant karakteri, bunu yapmaya iten tek sebepti.

*

koşup uzaklaştı evinden. arkasına bakmaya ihtiyacı olmadan, fark etti. yaklaşık 10 dakikadır ormanın avucuna koşmuştu. sonrasında gördüğü yemyeşil manzaranın tedavi edici, yapmak istediği şeyden uzaklaştırıcı oluşu sinir bozucuydu. çocuk seslerini duyduğu tarafa yöneldi yürüyerek. böyle, sevinç ve saf ruh dolu insanları görmek hoş gelmiyordu ona. kendinde olmayan bu şeyleri görmek ona nefret duygusunun en güçlü halini edindiriyordu.
önünde uzanan yolun sonunda bir çocuk parkı vardı. ve öyle sanıyordu ki sinirinden arınmak için, aslında pek çok şeyden hatta hayattan bile arınmak için oraya gidecekti. yol üzerindeki tekel bayiinden aldığı kısa camel(ki kemıl demesi pek zevkliydi, gülümseyebildiği eski zamanlarda) paketinden çok ismiyle mutlu ediyordu onu. kahretsin! bu kısacık mutluluk…

*

dışarıda, güneşin ısıttığı kaldırımlardan birine oturup; çoğu küle dönüş ve izmaritini elinde tuttuğu sigarasıyla, gülümser halde dinlediğini fark etti jülide’yi. insanları anlatıyordu. zavallı olanlarını ki; milyarlarca insanı kapsayan bir güruhtu bu. o ise iyi bir dinleyiciydi. durakladı jülide.

"biliyor musun? sanki sadece ikimiz varmışız gibi hissediyorum şu an, bu koca dünyada. ama senin bu halin, bu karmakarışık olduğundan habersizliğin, pek çok şeyi çözmeye koşturman da çok acınası. ben böyleyim. alınamazsın bana. hahahah" sonuna kendine özgü gülüşünü ekleyip bitirdi sözlerini, yine.

"jülide, nereye gidiyoruz? akşamın bu vaktinde, yaşlı ve kilolu teyzeler için yapılmış spor aletlerine mi? yoksa şu çocuk parkında sallanacak mısın? bak gülüyorum ama sinir de oluyorum." bu çıkışına kendisi de şaşırdı. yine de "doğum günüm falan diyordun..." diye ekledi.

"salaksın. farkında değilsin ve ben söylemezsem olmayacaksın. sana bunu anlatmak için getirdim buraya seni. ne yaptığını sanıyorsun?" dedi j.

"nasıl yani?"

"insanları dinleyip anlamaya çalışarak, onlara karşılıksız yardım etmeye çalışarak sadece kendine zarar verirsin. unutma" diyip uzaklaştı j oradan. birden öylece kalakaldı. bir yarısı kararmış aya baktı, bir salıncaklara.

"bu nasıl park a..."

*

not defterinden:

/evvel 2
"migren ağrısı nedir? migren atağı neler yaşatabilir, bilir misiniz? sanırım pek çok yanıt hayır. bir koku, bir ışık, herhangi yüksek bir ses veya sigara dumanı... bir anda başlar döngü. bir anda krizin geleceğini anlarsınız. görüntü bozulur, parlar yer yer. anlaşılmaz olmasa da tümüyle. baksanız da sanki göremezsiniz. hemen ardından şiddetli ağrı başlar. kahretsin! nasıl habersiz olabilirsiniz bundan?"

/evvel 1
"üzgünüm. pek çok şey için. özellikle de kendimi dinlemediğim onca zaman için. dün ağrım gecenin ortasına kadar sürdü. şimdi iyiyim. lanet olsun! neden yerime bayan eleman alındığı için işten çıkarıldım? erkek olsa fark eder miydi? diye sordum kendime. sanırım, yine de söverdim kamyon dolusu."

/an
"bu yazımı okuyorsanız eğer, bilmelisiniz ki; her şeyi isteyerek yaptık. yaptırdım... kimseyi suçlamayın.
imza: t"

*

saat gecenin bir yarısı olmuştu. etrafında nedendir bilinmez, bir ayyaş bile kalmamıştı. arkasından gitmediğine pişman olmuştu j'nin. "aman be. tek bilen o. tek derdi insanı düzeltmek. nazi! kahrolası nazi! beni bari yahudi sanmasa ne olurdu?" düşüncelerinden sıyrılamadı. "peki ya, b. ?", "onu aramalıyım...".

"alo? b. ? niye müsait değilsin? meşgul? off... dur tamam, kapatma!" bir kaç lanet daha savurdu. belki de jülide haklıydı, "insan kardeşine aşık olur mu oha?! bak ben, gerçekten dar kafalı değilim. tamam da. bu olmaz yani. sen, olamazsın..." diye belirtirken.

"beni anlayabilecek kimsem yok... aslında, kimsem yok... lanet olsun! insanlara, tanrıya. varsa... tabii ki var. mı acaba? kendime de lanet olsun! milyarlarca kadın ve erkek doğmuş olan canlıya aşık olmak varken, seçemeyecek de olsa. nasıl? nasıl! olabiliyordu işte."

tekel bayiine doğru yürüdü bu sefer. "havanın ılımaktan çok kuru ayazını meze ettiği bir vakitte ne içilir" diye düşündü. vazgeçti. vazgeçmişti...

*

/an
"soğuk öyle işliyor ki içime. kendimi ona teslim edip, kumların arasında kaybolayım istiyorum"

*

uyandı. sırtının ağrısından, parktaki banklardan birine uzanıp sızdığını anladı. halbuki eve gitmeye karar vermişti. dün akşam... evet yine telefon suratına kapatılmıştı. yine, yeni, yeniden... bu kalıptan nefret etmenin de faydası olmadan diğerlerinin yanına ayrıldığını biliyordu kafasında. "ne vardı jülide'yi dinleyecek? her zaman ukala, her zaman büyük burunlu! bana değer veriyormuş, peh! niye? ne diye? hiç işte. laf." diye düşünüp girdi apartmandan içeri. beyrut'a ulaşmalıydı. "her şey"ine. telefonla arasa olmazdı. konuşmaz kapatırdı. üstelik sevgilisi de çıkabilirdi, "ne gerek varsa". çıldırmaya ramak vardı onun için; bu düşünceler beyninin ve vücudunun her noktasına, her bir sinir ucuna nüfuz ederken. eve girerken, anahtarını içeride unuttuğunu anladı. "ah jülide! kafa bırakmadın, kafa!" derken fark etti ki kapı açıktı.

"L. ?" diyebildi.

sadece ismini telaffuz etmesi yeterliydi. "efendim canım, söyle ablasının bir tanesi."

"sende anahtarım olduğunu bilmiyordum abla. şaşırdım."

"ben de senin anahtarsız olmana şaşırdım kardeşim. biliyor musun? bu uzun ve siyah, kadın saçıyla bir ilgisi vardır diye düşündüm. hahah" gülümsedi nihayet. dolaptan kaptığı limonlu fıçılardan birini ona uzattı. dışarıdaki sararmış gün doğumuna hayretle baktı. şefkatle baktı. baktı...

*

/an
"L. geldi. bana yardım edebileceğini söylüyor. ben inanmıyorum. diğer kişiliğim buna izin vermez diye düşünüyorum."

*

tek yudumda yarısına gelince şişenin, gözleri yaşarıp ağzında hafif acıtan tadı alınca konuşmaya başladı. "günleri, saatleri ve hatta dakikaları karıştırıyorum. kendimi bile karıştırıyorum. korkuyorum."

"deliye bak. ne oluyor kuzum? benden neler saklıyorsun?" demesiyle "hiç..." cevabını aldı lodos. "ismim neden lodos ve bana uyan bir elbise biliyor musun? sert mizacımın altında güçlü sezgilerimin ve mutlaka ulaşmak istediğimi edinebildiğim, gerekiyorsa pek çok şeyi yerle bir edebildiğim için".

"hiçbir şey yok(sana anlatabileceğim)" dedi. düşünceli halinden daha çabuk sıyrılmalıydı. "jülide kafamı bozdu. iyi diyor, doğru söylüyor da üslubu sinir bozucu."

"bana bak, sen bu karıya aşık mısın yoksa? ondan mı bu ezilip büzülmelerin? reddedildin falan da utana sıkıla onu mu gizliyorsun?" dedi. demesiyle de bu fikri beğenip, acaba böyleymiş gibi yapsam ne olur? diye düşündü.

"ablacım, ne diy(ey)im. ne kadar saklasam da ve saçma da olsa anlamışsın. bana tamamen zıt ve farklı yapıda bir insan. üstelik nefret ediyorum ondan. kendimi bir "hiç" gibi hissettiriyor bazen..." olmuştu. inandırabilmişti. inanmasa da fark etmezdi. ne yapacaktı ki? söyleyemezdi. jülide'ye nasıl söylemişti? hayret doğrusu, hiç hatırlamıyordu şimdi, bu konuda ne zaman konuştuklarını... ve düşüncelerinden uyanıp tekrar dolaba yöneldi. hay aksi! dolap, alkol sayesinde rahatlayan bilinçaltına katlanabilecek sohbetlere engel olacak kadar boştu.

"abla ben markete çıkıyorum, stoğumuz bitmiş. ne ara içtik bunları?" dedi, odanın koltukları arasında göze hoş gelen bir düzenle sıralanmış şişelere bakıp.

"çok dalgınsın çook." öylece başını kaldırmadan kitabına dalmıştı. halbuki kitabını da görmemişti bile.

"tuhaf doğrusu!" diye geçirdi içinden. dışarı çıktı. kaç gün ve gece böyle böyle geçip tekrarlıyordu birbirini anlayamıyordu. binanın hemen karşısındaki markete gidecekken ayakları onu hemen sol taraflarındaki yokuştan aşağı inmeye zorladı. diretmedi o da, aşağı doğru koşar adım yürüdü. telefonunu yanına almadığını fark edince geri dönmeye yeltense de ayakları onu dinlemediler. "böyle bir şey okumuştum. bir hastayı kendisi uykudayken elleri boğmak üzereymiş. kurtarmışlar falan. şimdi aynı ona benzedim ha..." derken hemen orada; jülide'nin bir apartman çıkışında olduğunu görünce, koşar adımdan süratli bir koşuya geçti. nihayet parka vardı. burası da ne olup bitiyorsa eninde sonunda vardığı yer oluyordu.

"enteresan..." dedi.

"merhaba kaçak!" gelen ses jülide'ye aitti.

"kaçak? ben mi? sen mi?" sitem ederken, içine doğan cesarete şaşırdı. hemen arkasından, apartmandan çıkan birine takıldı gözleri. "ama..."

zarif bir dişi aslan tüm safarinin ortasına doğan güneş gibi çıkıyordu. “b.”, beyrut. işte oradaydı...

göğsüne inen binlerce çekiç darbesini bertaraf ederek, nefesinin ve kalp atışlarının geri geldiğini hissetti...

*
/an
o gece artık; migren ağrılarına ve insanlara, özellikle terk eden sevgilisine ve kardeşine olan mesafelerine dayanamayacağına karar verdi. apartmanlarının terasından; o hep düşlediği, soğukluğuyla ferah bulacağı betona doğru atladı. kaç birayı ve saatlerce sohbeti ardında bıraktı kimbilir...

*

“hastanın kalbi tekrar çalışmaya başladı hocam...” dedi bir asistan doktor.

kırılmış kapının yamacında bekleyen Jülide, beyrut ve lodos şaşkınlığın pençesinde bir sevinçle sarıldılar birbirlerine. “nihayet” dediler, “nihayet bir kez olsun mutlu bir sonumuz var". tebriz'in bileğindeki karartıda, aynı adı taşıyan tebriz kenti ve haritasından bir parça göründü. ameliyat masasının ışıkları, uyuşmuş kalplere umut pompaladı. herkes, derilerine işlenmiş şehirleri okşadı. new jersey, beyrut, los angeles ve tebriz...

otuzluk dulun sımsıcak yatagı

system of a down en sevdiği gruptur. indie, ska, punk, pop müziklerine tapar.

ayrıca, kimsenin değil benim dulumdur. ilk ben gördüm. *
tazeden hoş geldin emmolu.

kadın

dünya, varlık sebebi.

seni her şeyden çok sevmek basitti. var olan tüm inançların üstünde tutmak bile öyle. buna rağmen, çıkarcı bir karakter sahibi olmayınca ezilmek kaçınılmazdı.

kadın, tamamlayıcısıdır erkeğin. erkek de kadının. aynı anda, ikisi birden birbirine bağlıdır yaşamak için. bunun aksini söyleyen, zeka yoksunudur. yapay da olsa ihtiyacı var insanın tamamlanmaya. bunu bile bile, her şeyin üzerinde tutabiliyorsunuz.

isyan edecek ne var? ego ve güç bağımlılığı içinde ezdiğiniz insanlar siz ölüp giderken, size bir fayda sağlamıyor. isyan edecek bu var. ne alaka şimdi? erkekler şöyle, erkekler böyle; bir an, insan olduğunuzu unutup, ağzınıza ne gelirse söylüyorsunuz. gün gelip, olağanın dışında bir adam sizi sevdiğinde bile, diğerlerinden ayırt edecek yetiyi bulamıyorsunuz kendinizde. yazık ediyorsunuz, kendinize de. bu yazdıklarım aynı denyoluklara sahip diğer cins(ler)e de geçerli.

ne zaman, tüm varlığınızla bir insanı sevmeye başlarsınız? o zaman hapı yuttunuz. özellikle, kadın kimyasında mevcut olan aidiyet hissini, ne kadar doyurmaya kalkışırsanız, o derece boşluk doğuruyorsunuz. tuhaf değil mi? kokusunu, sesini, odanızda kapladığı hacmi düşünün... cevap: kadın. cevap: erkek. cevap: yok aslında.

gelmek istediğim yer, kadınlara olan inancın bizzat kendilerince yıkıldığı.

geriye dönüp bakınca, insan neye üzülür? boşa harcadığı zamana mı? harcadığı emeğe mi? paraya? öpüşürken salgıladığı tükrüğe mi? yoksa bir kadına inanmaya mı? şıklar bunlardan çok daha fazla tabii. cevabı da yok. şahsi fikrim bu, salt hüzün.

imla: tüm kutsal kadınlara, sizi seviyorum.

başlıkları alt alta okumak

· bir erkeğe en çok yakışan şey (22)
· galatasaray (8) *

saat 5 00

gecenin avucunda bir saate tıkılıp kaldıysanız, sizin için güzel bir önerimiz var! hemen ekranın sağ üst köşesindeki numaralarımızdan bize ulaşın! sadece kısa bir süre için...

21 temmuz
4:59

mevsimin en sıcak günlerini ve tabii en bunaltıcı gecelerini yaşıyordu samsun. buranın yabancısı olan biri için tam bir kabustu. nefes alamaz, yutkunmakta zorlanır ve daha fenası uykusuzluk çekebilirdiniz. bunları neden yazıyorum? bilmem, doktorlarımdan biri günlük tutmanın bana iyi geleceğini söyledi. ben hiç tavsiye dinlemedim şimdiye dek. belki bu sefer uysallığımın faydasını görürüm.

televizyonun sesini kıssam da uykuya dalmadan önce kapanmasına tahammül edemiyorum. sahi, en son ne zaman; insan sesine uzun vakit tahammül edebildim? hatırlamıyorum. bu yerde delirmemek için, sabit bir ses ve ışığa ihtiyaç duyuyorum. çayımın bitmesine az kalmış. televizyonun ışığında öyle güzel dans ediyor ki, içmeye kıyamıyorum. aşınmış kahverengi mobilya gibi bir an, sonra şafak vaktinin rengine bürünüyor. artık uyumalıyım...

10:01

günaydın! hemşirem seslenmeyi ve beni bu saatte uyandırmayı alışkanlık haline getirdi. biri ona kötü alışkanlıklarından kurtulması için yardım etmeli. yoksa günün birinde delinin biri kendisini fena benzetecektir. beni görmezden gelerek mi kırıtıyor önümde? yoksa alışkanlıktan mı? yine iğne vakti. o derin, kaçınılmaz ve aniden sizi bulan demirden korku sarınca içinizi; nereye saklanabilirsiniz?

ben çok küçükken... diye başlayan bir mazisi yok bu korkunun. bu hemen hepinizin yaşadığı bir şey, fark etmek için sadece durup düşünmeye ihtiyacınız var. iğneden korktuğumu düşünebilirsiniz. yazdıklarıma bakarak bunu zannetmek çok olağan.

ben, bir insanın bana dokunmasından korkuyorum. bu ne demek az çok bilirsiniz. bir ilişkinizin bittiği yerde en çok "dokunuşları" özlersiniz. ve özlediğinize ulaşamadıkça, bir daha asla elde edemeyeceğinizi bildiğiniz şeyin; ömür boyu sizden alınacağından korkarsınız. çözümü bir sonraki ilişkinizde daha sıkı sarılmak olabilir. hayır, her zaman böyle olmuyor. benim ilişkim böyle değildi. çok farklıydı.

geçen yaz, annemi son defa gördüğümden habersiz, tatile uğurluyordum. çilli oluşumla alay ederek, öyle güzel sarıldı ki; neredeyse ağlayacaktım. hayatta görmeyi en fazla istediği yere, roma'ya gidiyordu. gülümsedik. onu hayallerine uğurladım. çok sevdiği çellosunu dikkatle aldı. "bir gün sen de çalacaksın, sana çok yakışacak" dedi. kadıköy'e en son o zaman gitmiştim, şimdi hatırlıyorum. gece oldu. annem telefon açtı. "bebeğim, biliyorum kızacaksın. ama babandan kaçmam için, nefes alabilmem için bu şarttı. artık dönemem. seni çok seviyorum. bunu hiç unutma. konserlerimin her birini sana yollıycam. mutlaka..." gerisini dinlemedim. o gün sarıldığımızı ve dokunuşunu yüzüme, unutmayacaktım. geriye kalan her şeyi, tanrının bitmek bilmeyen merhametiyle kuşatılmış cehennemine yollamıştım.

necla, gülümseyerek "merhaba" dedi. ben sessiz ve ürkek yatağın ücra bir köşesi varsa bulup kaybolmak için iki büklüm oldum. "aa, artık korkmuyorsunuz sanıyordum iğneden?" dedi. ben cevapsız ve sessiz kalmaya devam ettim. sanırım teslim olup bir an önce bitmesini sağlamalıydım. kendimi yatağa bıraktım, sakinleşmiş gibi... "oldu işte, iyi uykular..." dedi, sigarayı bıraktığım günkü gibi yürüyüşümü taklit ederek gitti sanki. daha yeni uyanmıştım ben! lanet...

22:59

yaşasın! you are lost little girl çalıyor! ninni gibiydi, uykuma dalarken çalardı annem. piyano sesiyle uykuya dalmak ne acayip şeydi. üstelik, şarkıda piyano yoktu. pek severdi doors'u, her notasını ezberlemiş olduğundan çalmakta zorlanmıyordu. çello çalan bir insan için tuhaf geliyordu bana... saat fena geçmiş, sürekli uyumaktan unutuyorum bile bazen. aaa! rüya gördüm, anlatayım...

her yer yine öyle karanlıktı ki; bunun bir rüya olduğuna emindim. çok derinden bir çello sesi ve ona eşlik eden piyano geliyordu. sanırım babamdı. sonra uyandım zaten, anlayamadım da. bu konuda bir şikayetim var. sayın tanrı, lütfen biraz daha uzat bu rüyaları!

22 temmuz
5:01

sanırım saatlerle ilgili bir takıntım var. ne zaman uyansam, mutlaka küsuratlı. masamın üzerinde, içmem için bırakılmış bir bardak su var. oysa, çay veya ıhlamur olurdu. yanlış mı hatırlıyorum? off! annemi çok özledim, zaten babam da uzun zamandır gelmiyor. kafayı yemek üzereyim!

14:59

dışarısı güneşli ve bunaltıcı her zaman olduğu gibi. babam gelmiş, dışarıdan beni izliyorlar. ona el salladım. gülümsedi bana. yakışıklıydı babam. gözleri yeşil, açık kahverengi saçları ve her zaman elinin gittiği sakalıyla kahramanımdı. keşke terk etmeseydi annem, orkestra konserleri sırasında tanıştığı italyan şef için. böylece, ona olan nefretim dinerdi.

"efendim, saat hiç çalışmadı. saat durmuştu, 5:00 da." dedi hemşire necla ve devam etti:

"hasta, 17 yaşında... cinsiyet, kadın... teşhis, şizofreni...

kendini, bitmiş bir hayatın içinde zannediyor. içinde olduğumuz hayatı, yine başka bir yerde, bir arkadaşına anlatırken hatırladığını ve burayı hayal ettiğini; aslında orada yaşadığını düşünüyor. uzun zaman önce yaşanıp geçmiş olan anılarını temize çekmek ya da birine anlatmak gibi. gerçek dünyayı orada sanıyor. kendisinin yirmi yedi yaşında ve şu anda kaza geçirmiş, bir hastanede olduğunu; günlük hayatında sakin bir sınıf öğretmeni olduğunu biliyor. tatil için gittiğiniz bir yeri, samsun'a benzetip yaşadığı yer olarak benimsemiş. yazdığı günlüklerden öğrendik bunları. günlük tutmasını sağlayana dek daha tutarsız ve huzursuzdu. sürekli belirsiz bir korkudan bahsediyordu. olayları ve zamanı daima karıştırıyor. ilginçtir, hastada hem haptofobi hem de manyofobi var..."

23 temmuz 2022
5:00

hiç bu saatte uyanmamıştım. çok acayip, sanırım bugün taburcu olup çıkabileceğim. öğrencilerim kim bilir nasıl özlemiştir! doğum günümü kutlamak için neler neler düşünmüşlerdir! elbisemi hazırlatsaydım keşke, beyaz önlük çok yakışıyor bana. "işte böyle necla, başımdan neler geçtiğine kim inanırdı!". göğsümün hemen üzerindeki öğr. ferda nesrin alpin yazan karta uzandım. "soyadıma hiç dikkat etmemiştim"...

"anlıyorum nesrin" dedi doktor. yakışıklıydı, babama benziyordu. radyoda farewell çalıyor. biri benim için istek yapmış sanırım. bu şarkı, öyle sakinlik veriyor ki, şaşırıyorum doğrusu. gergin çellolar arasından çıkan bu sesle, bir ben sakinleşebiliyor olmalıyım. muhtemelen, kazada zedelenen sol kolumu kontrol etmeye geldi. evet, kolumu tuttuğuna göre...

ağaçların yeşilini böyle görmemiştim hiç, sanki belgrad ormanları gibi. çok tuhaf...

23 temmuz 2012 - sarıyer
5:00

"kızım" dedi semih demir alpin. göz yaşlarını sakladı.

radyoda gözyaşlarımızı bitti mi sandın çalıyordu. nesrin, uykusunda kendine sarılmış sayıklıyordu:

"sessiz olun... çocuklar..."

vitaminliyogurt

renkdaşım, güzeller ötesi insan. kim bilir kaç zaman oldu görüşmeyeli.

şampiyonluğumuzu da buradan kutlarım!

obiwankenobi

gammazlık bizim işimiz! diye bir slogan ve güzel de bir logo/amblem ayarladık mı açıyoruz dükkanı. şimdilik kumpanyamız gizlilik ve ciddiyet içinde kurulmaktadır. yalnız çok ciddi oldu yahu. eh, sen de tek cümle yazıyorsun. doğrum günün falan gelip geçmiştir, onların hepsini kutluyorum bu arada. elim değmişken, iyi oldu ha. bir de kırık kolunu, alçılı halini özlemişim la. görüşürük.

not: eski gammazlardan kim kaldı...

söykü dergisi sayı 5 oda

dergideki gibi, alfabetik sıraya göre okudum. öznel izlenim ve düşüncelerimdir:

(bkz: bu aşkın hırsızı sensin/#15075551)

öykü iki kısma ayrılırsa -okununca anlaşılacaktır-, ilk kısım bilgi veren anlatım minvalinde olduğundan; okuyucu yormadan ve arada ilgiyi yoklayarak atılan adımlarla, (gereksiz uzamadığından)sıkıntıya düşülmemiş.

yalnız(evet, olumsuz cümlelerin vazgeçilmezi) ilk kısımda verilen bilgi ve akışın koptuğu bir ikinci kısım var. ve bence ikinci kısım, girişi farklı yapıldığı takdirde; tek başına iyi bir öykü olurdu.

--spoiler--
zira robin hood umuzdan bir eser yok. aşık bir adamın kabul edilmediği eve, girme çabaları var.
--spoiler--

yine ikinci kısım, akıcı ve yapı olarak daha okunur durumda. genel olarak, güzel bir yazı. kısa ve devam edecek nitelikte bir öykü, yani devam filmi çekilebilecek durumda. çekilirse de muhakkak izlenir.
----------------

(bkz: misafir ve yolcu/#15112034)

anlatım, okuyucu için öyle rahat ki; insanı kendi evinde hissettiriyor.
olayların iç içe geçmesi ve farklı zamanların birleştirilmesi gayet yerinde becerilmiş.
hakkında kısa bir yazı yazıyorsam, kesinlikle beğendiğim ve kusur olarak bu etkiyle; göze çarpan bir şey bulamayışımdandır.
belki içerikte, öznel ilgilerimin yansımalarını görmekten dolayıdır.
kesinlikle okumaktan zevk alacağınız bir öykü olmuş.
-----------------

(bkz: gözleri karanlık adam/#15069551)

yapılan betimleme ve tanımlamalarla gözlerinizi kapatıp çok canlı ve gerçek bir dünya kurabilirsiniz.
olay içermeyen, diyalog bulundurmayan bir öykü. evet, bunun; bir seçim olduğunu düşünüyorum.
anlatım yormuyor, benim gibi betimlemeleri seven; işin, düşleme ve hayal kısmını daha ön planda tutan insanlar için güzel iş olmuş.
meraklısına derler ya, aynen öyle.
-----------------

(bkz: katlime bir bahaneydi sevgin/#15068181)

tutku ve kıskanmanın bir romanı bu. baya bildiğin roman.
öte yandan, mutlak bir kendini sorgulayış yazısı olduğuna inanıyorum. hayır, yazarı kast etmiyorum. karakteri diyorum.
hafif bir hannibal kokusu almadım değil, minnacık bir esin kaynağı; en azından ben okurken esinlendim.
----------------

(bkz: kalbimin odalarında yalnızlıkla tango yapmak/#15082988)

diyaloglar üzerine(aslında monolog) kurulmuş güzel bir öykü.
soyut kavramların konuşturulması, ilgimi çekti.
oldukça kısa ve bir o kadar tadı damakta bırakmış.
direkt konuya girip, meramını anlatıp gitmiş yazar.
gereksiz değil de doyurucu ayrıntılar olması, yazıyı bir kademe daha atlatırdı.
gideyim, sürem doldu. *
----------------

(bkz: okyanus mavi/#15106924)

çok keskin çizgileri var. çarptığınız anda, parçalanabiliyorsunuz.
bir anda sizi şaşırtan bir nokta geliyor, o ana kadar verilen bilgilerin bıçak kesiği yemesi bozguna uğratıyor.
öykü içinde manzum kısımlar, yazıyı rahatlatmış. onlarsız daralacakmış hissi var.
bu yazı, kendisiyle ilgili bir yazı daha yazılır ve karanlık noktalar açığa çıkarılırsa anlam kazanır. bunu okuyucuya bırakmak ta bir seçenek tabii. bu durumda, okuyucuya iş düşüyor. biraz çaba, ey okuyucu!
oldu bittiye gelmiş bir olay var hissi, durmadan akılda. fena mı? bilemiyorum.
----------------

(bkz: düş oda bir salon/#15092356)

çok kısa ve yine bir o kadar da tadı damakta bırakıyor. bu sayının lezzeti burada sanırım.
karakterlere derinlik kazandırılması halinde daha üst kademede bir öykü görebilirdik.
yazıdan kopmayı engelleyen yapısı yazıyı kotarmış.
olayın içine girmek kolaylaştırılmış.
----------------

(bkz: yalanlardan doğan güzel gerçekler/#15107496)

öykünün başında verilen bilgi olmasa daha çekici gelebilecek bir yazı. henüz okumayanlara tavsiyem, yazının başını okumayın. direkt oğluma mektup diye başlayan paragraftan okumaya başlayın. en son dönüp okursanız muhtemelen çok daha beğeninizi kazanan bir öykü olacaktır.
mektup ta olsa paragrafsız uzun bir yolculuk, yorucu olmuş. okuyucunun ara ara istirahatini sağlamak için ve anlatımda boğulmaması için bu gerekli.
bunları yok sayıp, uzun ve önemli bir vakit ayırırsanız; hayal edip, öyle okursanız doyurucu olabilir.
-----------------

(bkz: bir otel odasında bıraktım sensizliği/#15097656)

gerçekliği ön planda, sonunu merak ettiren bir öykü.
kopyala-yapıştır izi gibi "&8230#" bir şey, gözü sürekli rahatsız etse de bunu değerlendirme dışı bırakmak lazım.
anlamak için birden fazla kez okunmayı gerektiriyor. ben anladım, deseniz eksik bırakır ve hakkında konuşurken eksik kalırsınız.
tutkuyu, bir öyküde işlerken; yerleştirirken, gerçekten yaşıyor ve yaşatıyor insan. bu öykünün artısı en çok burada.
-----------------

(bkz: kırık toprak kokusu/#15041591)

bir bağlılığın, bağımlılığın tiradı.
içindeki boşlukları dilediğiniz gibi doldurabilirsiniz. sonunu yazmakta da özgürsünüz. sınırlandığınız tek şey, yazarın düşü; onun içindesiniz, kıpırdayamazsınız.
önemli bölümü belirsiz ve hayal meyal hatırlanan bir rüyayı anlatmak gibi geliyor insana.
-----------------

(bkz: sarhoşlar yalnızlar ve duvarlar/#15098703)

kalan yazılarda bir mucize olmazsa, sanırım bu sayıdaki favori öyküm bu.
ilk anda bir testere etkisi, esinlenmişliği hissettirse de olay başka.
grup psikolojisini ve insanların çoğunluk oluşturduğunda nasıl yargılara sahip olduklarını güzel yansıtmış yazar.
sıkılmaya engelleyen bir, merak unsuru var. yazı belki, bu sayının en uzun yazısı. yine de kendini okutuyor bu sayede.
uzayıp bir roman halini alabilecek yapıda. ki "uzun öykü" desek, daha doğru bir tanımı olur.
-----------------

(bkz: yıldızlar da çığlık atar/#15113368)

argo kullanımı, dozajı zorlasa da konunun ve gerçekliğin çok dışına çıkmadığından kurtarıyor.
anlatılan olaya hakim bir dille sürüyor sonuna dek. sonu da... tamam söylemiyorum.
öykü kalıbına uyan, anlattığı şey için; ne kısa-ne uzun, yerinde bir yazı.
sosyal statü etiketleri içinde çaresiz bırakılanların intikamını alan, kafada soru işareti bırakmadan bitiren bir yazı.
------------------

(bkz: hastane kalabalığı/#15012762)

kısa bir gözlemin, dikkatli gözle anlatımının görüldüğü bir öykü.
sosyal olguların içinde, sağlık ve hastahane(hastane) anılarının önemli yeri vardır.
bunu yakalamak güzel, yalnız; tek pencereli bir kesitin ele alınması basit kalmasına sebep olmuş öykünün.
basit ve yormayan olarak ta değerlendirilebilir.
------------------

(bkz: gayya dan gelen/#15108400)

uzun uzadıya işlenmiş, şive ve yöre ağzını iyi katık etmiş bir yeraltı öyküsü.
öyküyü "gerçekleyen" askerlik anısı tadı, baharatı fazla ve "meraklısına" bir öykü.
sarhoşlar yalnızlar ve duvarlar ve geçmişten gelen den sonra sayının en uzun yazısı.
-------------------

(bkz: geçmişten gelen/#15112806)

yaklaşık üç saattir baştan sonra öyküleri okuyorum ve en uzun yazı gayet doyurucu bir metin olarak çıktı karşıma.
konu klasik olsa da anlatım başarılı olunca kotarıyor öyküyü.
kısa film senaryosu olabilecek nitelikte, hatta hayalinizde böyle bir film çekmeniz olası.
bu yazı için; teknik olarak, eleştirebilecek düzeyde olmadığımdan yazacaklarım bu kadar.
derginin kalitesini şüphesiz en çok artıran yazılardan biri olmuş.
--------------------

(bkz: oda ve çocuk/#15083771)

şaşırmanızı sağlayan bir yapı var.
karakterin üstüne biraz küçük gelen elbise gibi, diyalogları ve yaptıkları.
inandırıcılığı veya temeli çok ta sağlam gelmiyor. gerçek bir olaydan alıntı vesair diye demiyorum, sadece inanmayı güçleştiren karakterler var. belki bu öykünün güzelliği de buradadır, bilemiyorum(öznel olarak biliyorum da).
olay örgüsünde, yer ve diyaloglar klasikleşiyor.
sonundaki vuruculuk, tüm bunları ortalamanın üzerine çıkarabiliyor.
--------------------

kendi yazım* için sadece kısa bir not: "öyküyü yollamaya son saatlerde karar verip 23:59.17 gibi bir anda yolladığımdan, bir takım imla hataları mevcut. okuyanlara teşekkürler".

emek veren, öykülerini okuduğumuz her yazara teşekkür ederim. olumsuz eleştiri veya eksiklerin eleştirisini göremeyebilirsiniz, bu teknik olarak öykü değerlendirmesinden az anladığım anlamında da değerlendirilebilir. haddi aşan ifadeler varsa affola.

dergi için öykü seçen yazarlara özel teşekkür: biradetbeyfendi, efervesantadem, esesdopiyespiyes, experimental, ischam, mbaran.

satanist kesen psikopat kedi

sohbetini sevdiğim adam. görünüş itibarıyla teoman. çok yorgunum, öyle yorgunum ki ancak sen anlarsın.

kadın olsun taştan olsun

çok yanlış bir tespit. taş acıtır, tahriş yapar.

beethoven kreutzer sonata

resmen delilik. böyle bir acıyla, böyle bir düşle delirmeyi şimdinin yapaylığına tercih ederim. öyle güzel ki; doğduğun anda seni saran battaniye gibi, anne gibi. binlerce kez dinlesen de sana anlattığını, her sefer, pür dikkat dinleyip tatlı uykuna dalmak bu. sonra büyümek, istemeden. yavaş yavaş, bazen de son hız. isteksizce yapaylaşan dünyana katlanamamak. en sonunda delirmek. böyle güzel delirmek.

radyo uludağ

rapsodik: şuh sesiyle sözlüğe fısıldayan kadın. *

kısa metrajlı ölüm

kaldığım pansiyon kendimi raskolnikov gibi hissetmeme sebep olacak kadar sıradan ve o derece de zavallılık içeriyordu. odamın bir yanında sürekli, işeyip s*çan insanların inilti veya rahatlama sesleri geliyordu. sanırım bazıları, sadece boşaltım sisteminin sonucu değildi. bu lanet yere gelişimin, en mantıklı açıklamasını tebriz yapmıştı bir zamanlar:

“kalacak son bir oda ve çaresizliğini süsleyeceğin bir ip, hepsi bu. sonunda sana olacak olan bu!”

eski bir film sahnesinden alınmış gibi davranırdı daima. işte bu da onlardandı. atladığı pek çok noktadan biri, ipi kesinlikle sevmeyeceğim ve tercih etmeyeceğimdi. bilemeyecek olsa da favorim bir tren tarafından paramparça edilmekti. vazgeçene kadar öyleydi en azından.

“ımmgh… mm.. hhggh…”
şu lanet pansiyondan ayrılmazsam, bok-püsür uzmanı cinnet geçirdi diye başlık atacak gazetelere malzeme olacağım yeminle…

cebimde kalan on lirayla yapacaklarımı düşünmeye çalışıyorum.
tren bileti? -3 lira, kaldı 7. prenses için papatya? -5 lira, kaldı 2. gitmeden önce tanıyanlarıma elektronik posta bırakmak için internet? -2 lira, elde var 0(sıfır). belki gitmeden önce, sayısı yaşımı bulacak derece yarım bıraktığım öykülerimi tamamlayabilirim. her seferinde, düşlenebilecek en uç dünyaya yolculuk yapıp kendime saklamam fazla bencilceydi. bunu anlasam da bir faydası olur mu bilmiyorum. ayrıca şu pansiyonu terk etmek için acil bir plana da ihtiyacım var. tek derdim bu olursa bu sefer fazla sencilce davranmış bir geri zekalı olacaktım. nihayet sokağa çıktım. birkaç adım sonra, üç el silah ateşlendi.

nefesim daraldı. olduğum yere çöktüm. ne olmuştu? daha önemlisi nasıl olabilirdi? her nasılsa, biraz ötemde yatıyordu kardeşim. her zaman uykusuna düşkündü zaten. bu yüzden, yadırgamamalıydım belki de. gözüm güneşe bakmayı kestiğinde, yemyeşil ve aynı zamanda karanlık bir boşluk bastırdı zihnime. bugün 23 nisan, suikast doluyor insan! neden? kendime yıllarca bu soruyu, defalarca sorup yanıt alamayacağımı öğrendim şimdi. beynim halen anlamlandıramasa bile, fazla ötemde olmayan kürsüden düştüğünü idrak ettim nihayet. öyle nefret ederdim ki; bana saygı duymadığı ve beni sevmediği, daima asi genci oynadığı, daima çok sevildiği, kalemlerimin tepesindeki silgiyi her seferinde tüm ısrarıma rağmen kullanıp büyüsünü bozduğu için. başkasının değil, benim kardeşim olduğu için. ve sırf bu yüzden, tüm sevgimi vermeyi denediğim için... işte şimdi, bazen içimden geçen; onu öldürme isteğini bir başkası denemişken yani, olanca sevimli yüzüyle yatıyordu ötemde. belki öğretmenlik mesleğine özellikle yönelmeyişime bir sebep daha olurdu bu. çok ısrar etmiştim, sen de öğretmen olma! diye. bir kere olsun benim tavsiyelerime kulak asmadığı için, tersine davranmak cazip gelmişti. hoşuna gitmişti. salak! kanı, daha şimdiden merdivenlerin üzerinde koyuluğunu yitirerek parlıyordu.
günün anlam ve önemini belirtmek üzere... sayın hasan ilgen öğretmenimi davet ederek... sizleri saygıyla...

“...teşekkür ederim... hepimizin bildiği gibi... sadece ülkemiz çocuklarına ait olan bu bayramı... bizlere ulaştıran her güzel insana saygı ile... sözlerimi şu dizelerle...

yaşa çocuk/ ağaçlara takılıp yırtılan gömleğinle yaşa/ bize kalan umutlarsın sen/ dünyaya bıraktığımız gençliğimizle yaşa...”

odasının dağınık hali geliyor gözümün önüne. yatağı illa ki yeni terk edilmiş ve pek çok elbisesine ev sahipliği yapar halde. hemen başucunda duran sandalyenin dört ayrı, kavisli, bordo-pembe arası renginde demirine sarılmış ve onu bekleyen ... nasılsa bir şekilde pencerenin önünde, kaloriferin yanına tünemiş taburesi tüm beyazlığıyla üzerini boş tutmuştur. ayakucuna eski yatağının hemen bitiminde komodini ve üzerinde onlarca eşyası var. ayakkabı kutusundan yaptığı minik tezgahında, sırası kendince bilinen düzeniyle karmakarışık vaziyette onu bekliyorlar. çoğu, daha ilk sefer okunurken yarıda bırakılmış mizah dergileri ve kim bilir ne zaman önce aldığı kravatın kutusu gayri ihtiyari dostluk kurmuşlar. bir kravatın kutusu varsa gerçekten önemli, kaliteli ve pahalıdır. müthiş bir zıtlıkla yaratıldığımızı anlatan bunca şeyin altında, onun tutumlu ve parayı değerli bulması; benimse paraya inanmayan bir sefil oluşum yatıyordu. masasının üzerinde sonradan kütüphaneleştirilmiş; yarım vitrin ve rafları belirsiz bir açıya sahip çıkıntılarla sabitlenmişti. sınavların, araştırmaların, derslerin ve hatta her bir noktası itinayla bozulmuş dizüstü bilgisayarın olduğu rafların altında yirmi beş inç lcd ekran bile vardı. onunda altında, yani en alt katta; onlu priz daima açıktı. şimdi bile açıktır. deneme sınavları, cep kitapları, beş yüz ml. pet şişede su, yeraltı edebiyatından tanınmış birkaç yazara ait romanlar, büyükçe ve jakları bilgisayara yerleştirildiği ilk günden bu yana takılı olan kulaklık, dördüncü sınıfta hediye ettiğim ingilizce sözlük, bodrum katın anahtarı, kablosuz fare, bana ait kullanılmış selpaklar-takıntısından ötürü eline süremezdi ve ben almadan öylece dururdu tiksinse bile- masanın altındaki boşluğa düşmeyi dört gözle beklerdi. çünkü orası, temizliğe açık ve bu odadan kurtuluşun en yakın olduğu noktaydı. tüm bunlar, ben evine uğrayınca bu hali alıyordu açıkçası. kendisi, bana zıt yaşamayı hayat amacı olarak belirlediğinden; bunlar, bu etkilerin hiçbiri belki ona ait değildi. on altı saatlik uykunun oluşturduğu şeyler hariç. ki; bir insan neden on altı saat uykuyla beslenir? anlamış değilim, denedim üstelik. migren ağrılarımdan felç olmak üzere buldular beni sonunda. “kahrolsun faşizm!” yazarlardı kardeşim ve arkadaşları duvarlara. bense kahrolsun migren! yazmak isterdim. kahretmeyi seven bir milletiz vesselam.

sokağın, bu belirsiz biçimde gelişini önemsemediğim yerinde; çingenelerce, sahildeki parktan gecenin kör vakitlerinde, sırf ihtiyaçtan buraya getirilmiş olan banka çökmüşüm. bu mahallenin, çoğunlukla sakin havası, hududuna bir “poris” ne bileyim, bir “candayma” damladığında değişirdi. aradan geçen onca vakte rağmen, kalbim deli gibi atıyor şimdi. nasıl da yer etmiş içime, onunla küs ayrılışımız. üç el silah ateşlenmişti... bir zaman önce kardeşime, şimdiyse bana gelmişti sanki. oysa nasıl da hatırlıyorum. evimize geldiği günü bile. sapsarıydı, dersiniz ki boyaya bandırılmış. öyle salt sarıydı ki... büyüdü, konuşmaya başladı. kitap diyemedi, “pipap” dedi. abi diyemedi sıpa, abili dedi(nasıl becerdiyse). jandarma demek nereden icap etmişti? “candayma” dedi. yine polis diyemedi de poris dedi. onu böyle acayiplikleriyle sevmişim meğer.

çok sevdiği şarkıda diyordu ki; “you're still dancing/ in another state of mind (you're there)”, “sen hala dans ediyorsun/ aklı başka bir devlette (sen oradasın)”. işte bu, tüm olanları ve ikimizi çok iyi anlatıyordu. gittiğinden beri belki yüzlerce kez yaptığım gibi tekrar tekrar dinlemem bu yüzden. seni var edeceğine inancımla dinleyişim, yaşatıyor beni. sana olan onca borcumu unutabilmem için şart bu. günün birinde hayatıma kendi isteğimle son vereceğimi düşünüp, “ip” önerisinde bulunduğunda anlamalıydım. bu bir vasiyet miydi? evet, anlamalıydım. sana o zaman söylemedim, son trenim geldiğinde; elimde seni vuran silahla dikileceğim rayların üzerinde...

bayılmışım... bana yadigar kalan travmanın eseri olsa gerek, “şokun etkisi geçiyor, ayılmaya başladı herif” seslerini duymaya başladım. önceden hazırladığım nevaleleri almam gereken yere neredeyse varmışım. birkaç ev sonra tam karşımda olacak. zümrüt apt. no. 5. kat: 2. daire: 3. güzel, burası oldukça sakin. kimseye görünmem gerekmeyecek. içerisi parafin ve küf kokuyor. en keskin, en yaklaşılmaz kokunun avucunda olmalı benim nevale. evet! sevgilim, buradasın. beretta’m. sanırım, telefonda... işte burada! otuz dakika var. her an çalabilir telefon. ses gelene kadar etrafa bakmakta fayda var. buranın güvenliğini üç-beş çingeneye vermekle gerçekten hata ediyorum. onları çöp kovasındaki pislikten daha değerli görmediğimi biliyor olmalılar. hak ediyorlar da. benden kardeşimi alarak, çok daha beterlerini hak ettiler zaten! kahretsin! yumruğumu vurduğum ahşam masa, çatlamak için fazla gençti. ve bu çok garip. bunu ben yerleştirmedim. ya diğer odalar? yuh! rospik çocukları! dünya kadar soygun malı zulalamışlar. şaraptan-bilgisayara, özel yapım çantadan-parfüme... hele biraz sabredin, sıra size de gelecek lan! başıma dert açmak için dünyaya gelmişsiniz hiç kuruları!

“non je ne regrette rien...” telefon çalıyor nihayet.

evet?
-arat bey...
adımı söyleme salak! söyle nerede yiycez nevaleleri?
-pardon abi. lale istasyonunda. kimseler olmaz zaten bu vakit. bu mevsim.
iyi, iyi.

lanet adam. beklediğim gibi, önce ona “istasyona yürümem gerektiğini” söyleyen telefon gelmiş mert’ten. mert, silahları alacağım kişi. bunca bürokrasiyle aldığı parayı daha da hak ettiğini düşünmek kolay geliyor sanırım. ne kadar saçmalığı varsa da tüm intikamımı bir anda bana hediye edebilecek biri. “para hazır mı?” diyecek. işte hepsi burada, demeye kalmadan cebimdeki beretta’yla işini bitirecektim. ne tür bir insan, yağmurluk cebinde beretta taşır ki? cevap vereyim: havanın yağmurlu olacağını öğrenen, sahil kasabasına çok yakın bir mahallede oturan ve balıkçılık yapan bir insan taşır. yaşadığı çevrenin etkisiyle, bu kimse tarafından garipsenmiyordu üstelik. kendisi balıkçı olmasa bile aslında.

biz daha çok küçükken, bir oyun oynardık. evimizin, yegane eğlence kaynağı bir “büyük atlas” vardı. ne vakit sıkılsak, ülkeleri haritada bulmaya çalışırdık. bunu yaparken, birbirimize şehir isimleri verirdik. örneğin, benim o minnacık yaşlarımdaki çocukluk aşkım bizimle oynarken; beyrut’tu. kardeşim, tebriz; ben de st. marino(aslı san marino’ydu) olarak oynardım. ne zaman küssek birbirimize, savaşı bu şehirlerden birinde anlaşma yaparak sonlandırmak için; bu isimleri kullanarak yatışırdık.

not defterime, kirli sakallı silahlı bir adam çizdim. hemen karşısına dolar işareti kondurdum. alt tarafına da bir parmaklık temsili ekledim. bunu, adamın cebine bırakmak yeterli olacaktı. ve mesaj verilmiş, iş tamamlanmış sayılacaktı. kendi dünyamın hudutlarını böylece belirlemiş ve milli sınırlarımdan taviz vermeden gidecektim bu diyardan.
adam, istasyonun güneş almayan ve ışıkları bozuk yerinde soteye yatmış bekliyor. valiz görünmediğine göre burada değil, bu küçük çaplı bir tuzak. öyle olsun, tilki gibi dönüp dolaşıp benim dükkanıma geleceksiniz. iç cebimdeki, kaçakçı refik’ten aldığım ne idüğü belirsiz zehri tokalaşırken ona zerk etmem yeterli olacaktır. ya da bu gidişle refik te öte tarafı boylar.

merhaba koç!
-merhaba abi.
nevaleleri alayım.
-abi parayı görmem lazım biliyorsun.
peki, gel bakalım.

zehir etkisini göstermeden işi bitirmem lazım. önceden istasyonun veznedarına emanet ettiğim çantayı alıyorum. güzel, bu adamın yaşaması lazım. saçının ortasında bir las vegas kumarhanesi kurulmuş gibi sevinçli kel adam. başka bir açıklaması yok, o tüm mesaisi boyunca yüzüne yayılan gülümsemesinin.

işte hepsi burada!
-abi, buyur. (banklardan birine biz gelmeden on beş saniye önce konulmuş bavulu göstererek)
hadi, hayırlı olsun. dur ben sena arabana kadar refakat edeyim.
-gerek yok, görüşürüz.
(iyi yolculuklar, ebediyen)

adam, attığı on beşinci adımda cam kenarında dizilmiş yapay ağaççıklardan birine doğru düştü. hemen ters istikametime, yani ona doğru koştum. “kardeşim, fenalaştın mı? dur şöyle doğrultayım seni, bir şeyin yok”. neyse ki; kısa süren oyunculuk merakımın faydasını görebildim, etrafımda onlarca bakışı endişe sahibi etmeden onu kontrol altına aldım. evet, şimdi paramızı da alalım. hahahah!

=orada kal! ve kıpırdama yoksa namlunun ucundan çıkan şey seni delip geçecek. demek öylece çekip gidecektin ve biz buna engel olmayacaktık ha?
seni!
=hayatta neye tahammül etmem biliyor musun? beni kandırmaya çalışana ve ihanet edene. bana ihanet eden bir adamı öldürdün, teşekkür ederim. ve beni kandırdın, güle güle!
ben, demeye kalmadan silahı ateşledi. sağ kaşımın bitiminde, kemiğin hemen üstündeki boşluğuna konuşlanan namlu ağzından çıkan mermi beynimin en değerli hücrelerini parçalayarak diğer taraftan çıkarken artık düşünme yetisine ihtiyacım olmayacağını bilsem de acıttı bu.

önce soğuk namlunun izini düşündüm. sonra masamın üzerine vurup ağzıma değen “şat” bardaklarını. yavaş yavaş sıcak kanım beni terk ediyordu. tebriz gibi, beyrut gibi ölüyordum işte. annemiz, babamız gibi. sanıldığı gibi film şeridi falan yok şimdi. filmin bizzat kendisindeki son sahneyi görüyorum. seyirci biraz sonra hayal kırıklığı ve “yine mi ya?!” tepkileriyle esas çocuğun ölümünü yadırgayacaktı. hem, o olmazsa film olmazdı. babamın dediği gibi “o ölmez, o ölürse film biter”. evet, ben ölmezdim. ölürsem film biterdi. son bir defa gözlerimi açıyorum sanırım şimdi, tamamen kapanmak üzere... galiba film bitti.

üç el silah ateşlenmişti. ve çingene mahallesinde bir bank, hala etrafımı çevreleyen insanlarla doluydu.

söykü dergisi sayı 3 daktilo

(bkz: kırmızı kelimeler/#14759489)

düşüncelerini, yazıya aktarma şekli öyle güzel ki; olayın işlemeye başlayışından itibaren hikayenin içinde oluveriyorsunuz. basit imlâ düzeltileri dışında belirgin eksikleri yok.

--spoiler--
*daktilo nun kendi kendine yazmaya başlamasıyla, öykünün gerçekten içine giriliyor
*buraya nasıl geldin hatırlıyor musun? saw çağrışımlı olmuş, bir eksi değil; sadece bu çağrışım yazarın kendisinde de oldu mu? merak ediyorum.
*ve ne yazık ki erken bitti. kendi yazımda da olduğu gibi, bir devamı olduğunu düşünüyorum.
--spoiler--

vakit ayırmaya, muhakkak değen bir yazı.

söykü dergisi sayı 3 daktilo

(bkz: anneler yalan söylemez/#14833300)

öykünün, yazım dilinde isimlerin azlığı ve anne, baba, abi ekseninde kurulması dikkatimi çekti. sanırım, gerçek veya gerçekliği yüksek olmasının bir etkisiyle bu şekilde yazılmış. devamı/sonrası için merak unsuru var. bir daktilo öyküsü okuduğumuzu olay örgüsünü bozmadan vermiş. anlatım içinde, tekil ve değerlendirici açısı önemli şekilde yazılmış. dönem öyküsü, denilebilir.

söykü dergisi sayı 4 çamur

fikir vermesi ve harekete geçirmesi için, akla ilk düşenler:

çocukluk, bisiklet(sürmeyi öğrenme anıları), yağmur ertesi ankara günleri, atölye...